25 Ağustos 2013 Pazar

Göksu'da tarihe yolculuk...


İçimizi ısıtan yaz günlerinde, biraz deniz, belki biraz çayır-çimen ve tarihe direnen bir dokunun izlerini bulabileceğimize olan inancımızla biraz da nostalji kokusu alabilmek ümidi içinde Anadolu Hisarı’na doğru çıktık yola...

Bugüne kadar, yıllarca yaşadığımız İstanbul'un Avrupa yakasından yakın çevreyi
elimizden geldiğince keşfetmeye çalışmıştık... neredeyse bir yıl olacak, artık biz
de  Anadolu' luyuz.) biraz da İstanbul'un Anadolu Yakasını
arz-ı endam etmek zamanıdır şimdi.)

İstikametimiz Anadolu Hisarı. Beykoz’a doğru Boğaziçi sahil yolunu takip ettiğimizde... çok fazla trafiğe maruz kalmadan ve zaman kaybetmeden... Osmanlı dönemi’nde Boğaz’ın ilk hisarı olan Anadolu Hisarı,  tüm heybetiyle gösteriyor yüzünü bize.  

Hisara varmadan önce, çoğu kez köprünün üzerinden transit geçerken gözüme takılan, sağlı sollu çay bahçelerinin ve kenarlarda kayıkların, yatların olduğu küçük bir marinaya dönüşen; hani şu eski tarihli gravürlerde gördüğümüz inanılmaz tabiat güzelliğini gözler önüne seren ve aşıkların sandal sefaları yaptıkları Göksu ve Küçüksu deresini de görünce....hafta-sonu gezimizin durağını da tespit etmiş oluyoruz böylece.


"Gidelimmmm Göksu'ya"  diyoruz:)


play tuşuna basınız 

Plansız ama istence yönelik çekim gücünün pozitif sinyalleri yüklü olarak çıkınca yola, hoş sürprizler çıkıveriyor hemen karşımıza.) Bu referansı yüksek tecrübe denenmiştir zatı-alinizce...tersi ve karışık ruh hali içinde ise ne mümkün! onca gezilip görülecek yer varken, bir türlü bulunmaz, hiç bir şey hoş gelmez olur göze.. şimdi yakalamışken zamanı sıkıca tutuyoruz, kaçmasın diye.)

Bu manzara kaçmaz ama öyle değil mi!

Köprüden geçince hemen sağ taraftaki levhada yazılı olan Küçüksu Kasrı istikametine doğru ilerliyoruz.

50 metre yakınında Meşhur Küçüksu Kasrı ve Çeşmesi ile muazzam bir coğrafya burası..
otopark olarak hizmete sunulan derenin hemen yanındaki araziye aracımızı park ettikten sonra keşfe hazırız artık...

Boğaz gezisinde denizden gördüğümde hayran olduğum o ince ve zarif süslemeleriyle Küçüksu Kasrını bir de yakından görebilmenin heyecanı içinde...
boğazın deniz kokusunu içimize çekiyoruz derinden derine.) 


Yalılar, Boğaziçi, karşıda Rumelihisarı...
ohh mis gibi bir manzara.)


 Boğazı seyrediyoruz martı kardeşlerle birlikte.)



Boğaz kıyısındaki Çay Bahçeleri, kafeler...

*****


*****
Rumelihisarı'na nasıl da yakınız şimdi...el sallıyoruz belki bizi bir gören olur :)

Egemenlik Parkı'na doğru uzanıyoruz. Parkın adı da çok güzelmiş doğrusu .)
Sadece sultanlar, padişahlar mı ayak basabilir buralara! 
"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir !"  diyoruz.. :)
biz de ayak basıyoruz! işte o kadar.)
 tıklayınız

Boğazın en güzel konumunda, Göksu Deresi ile Küçüksu Deresi arasında kalan
Küçüksu Kasrı Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmış.

 Sırası ile önce I. Mahmud, II. Mahmud ve daha sonra Sultan Abdülmecid sık sık kalmak için gelmişler. Anlayacağınız  Padişahların, Sultanların, Liderlerin
oldukça rağbet gösterdikleri bir yer olmuş burası.

Alçı kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, bir Şömine müzesini andıran birbirinden farklı renk ve biçimde, değerli İtalyan mermerleriyle yapılmış şömineleri, her bir odada ayrı süslemeli ve ince işçilikli parkeleri, çeşitli Avrupa üsluplarındaki mobilyaları, halı ve tablolarıyla eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki Küçüksu Kasrı, Cumhuriyet Döneminde de bir süre devlet konukevi olarak kullanılmış ve günümüzde bir müze-saray işlevi kazanmış. bkz

(Karşıdan bakabildiğimiz Küçüksu Kasrı müzesini
gezilecekler listemize dahil ediyoruz)




Mihrişah Sultan Çeşmesi 

tıklayınız 
Bu zarif çeşmeyi Sultan III. Selim validesi anısına yaptırmış. 
Geçmişe doğru uzandığımızda Göksu Semti’nin iki özelliği ile pek meşhur olduğunu duyarız hep.  Deniz ile yeşil tepelerin buluştuğu sahilde bir zamanlar plaj sefaları yapılırmış ve bir de kehribar gibi bembeyaz  İstanbul hanımlarının mutfağında pek makbul olan patlıcanı ile meşhurmuş; lezzeti, yumuşak ve çekirdeksiz özelliği ile Göksu’nun sulak vadi toprağında yetiştirilmekte imiş patlıcan. Demek ki bostanlıkmış buralar.. Göksu Plajı ise İstanbullular için bir ailece piknik yeri olurmuş efendim.

Büyük ve Küçük Göksu'nun (Küçüksu) meydana getirdikleri iki vadi boyunca uzanan semt eskiden bir mesire alanı olarak kullanılırmış. Derelerin üzerindeki küçük köprüler kıyı boyunca uzanan büyük ağaçların gölgelediği düzlükler İstanbul'un eski sakinlerini buraya çeker.. türlü şenlikler düzenlenir, orta oyuncular seyredenleri eğlendirirlermiş.

Cideli Mustafa Abi'nin anlattıkları ve bizim duyduklarımız, gördüklerimize bir de internet üzerindeki resmi sitelerden ve yazılı materyallerden  edindiğimiz araştırmaları ekleyerek...Gezip görmek kadar, o yerin tarihini de merak edenleri ucundan kıyısından da olsa bilgilendirmek adına;

Şimdi burada bir parantez açıyorum ve meraklısına tarih sayfalarını çeviriyorum...

*********


Bizans'tan başlayarak 16.17.18.19. ve 20.Yüzyıl Göksu Tarihi

Bizans Döneminde Göksu  - Sakin derelerin bulunduğu düz çayırlığın ardından ağaçlık tepelerin uzandığı bu bölgeye Bizanslılar tarafından "Kutsal Kuyular" anlamına gelen "Potamonion" adı verilmiş, burada yer alan dere ise güzellikler anlamına gelen "Aretea" diye isimlendirilmiş. Göksu ve Küçüksu, Bizans döneminde de coğrafi güzellikleri ile tanınan bir Boğaziçi kıyısı imiş. Bizans döneminde Göksu vadisi ve civarında önemli bir yerleşim ve kullanım olmadığı bilinmekle beraber bu bölgede derelerden başka bir çok gür su kaynaklarına da rastlanır. Çayıra canlılık katan bu sular Bizanslılarca kutsal sayılır, günahlardan arındırıcı, hastalıklara şifa verici özelliklere sahip olduklarına inanılırmış. Bu sebeple her bir su kaynağının başına bir ayazma yapılmış. Her ayazmayı koruması için de bir aziz tasviri konulmuş. Böylece yılın belli tarihlerinde bu kaynaklar etrafında ibadet yapılırmış. Ahali de havaların iyi olduğu günlerde bu ayazmaları sıkça ziyaret edermiş.

Osmanlı döneminde Göksu ve Küçüksu, en büyük ilgiyi 18. ve 19. yüzyıllarda görmüş. Bununla birlikte fethin ilk yılları, öncesi ve onu takip eden yıllarda da bu güzel dere boyu Osmanlılarca keşfedilmiş. Bu yüzyıla ait kaynaklarda Göksu'nun binicilik için kullanıldığından da bahsedilir. Ayrıca Göksu gür su kaynakları, verimli sebze bostanları ve bağlarıyla da ün kazanmış. Zengin çiçek bahçeleri, nergis, gül bahçeleri ile ünlenmiş. Bostanların arasında adalar halinde çiçekler arz-ı endam edermiş. Ve patlıcan her daim gözde olmuş. Sarayın un ihtiyacının da burada bulunan değirmenlerden elde edilen unla karşılandığı rivayetler arasında.

Ayrıca Göksu deresi boyunca elde edilen alüvyonlu çamurdan yapılan çanaklar zarif üretimlerinden dolayı makbul imiş.  ( Bahçesinde çömlek kaplar olan şirin bir çay bahçesinin adı yanılmıyorsam
Çömlekçi Hüseyin Usta’nın yeri idi! )
Dere boyunca sıra sıra çömlek yapım atölyeleri yer alırmış. Dinlenmek için Göksu' yu sıkça ziyaret eden padişahların başında IV. Murad gelirmiş. Padişah Kandilli’ye doğru uzanan gür servi ormanları sebebiyle buraya "Gümüş Servi" adını vermiş. Göksu ile Küçüksu dereleri arasında kalan bu alan, yüzyılın başına kadar Boğaziçi mesireleri arasında en meşhuru imiş. Batılı gezginler bu iki dereye, ‘Asya’nın tatlı suları’ adını takmış vakti zamanında.
Göksu' nun bereketli toprakları 17. yüzyıl sonlarına doğru halkın burayı yerleşim alanı olarak seçmesine sebep olmuş, vadi böylece meskun hale gelmeye başlamış.

18., 19. ve 20. Yüzyıllarda Göksu devlet erkanının ve Osmanlı ahalisinin sıkça uğradığı bir mekan olma özelliğini sürdürür. En haşmetli devrini ise 1730'da çıkan Patrona Halil Ayaklanması’nda Kağıthane mesiresinin harap olmasının ardından yaşamış. Göksu sanıldığı gibi sadece zengin ve aristokrat tabakanın değil, bütün İstanbulluların birlikte bulundukları bir yer olup; Zenginler, orta halli ve fakir halk dahi çayırda yerlerini alırlarmış.

Göksu deresinde piyade adı verilen kayıklarla dolaşılırmış. Dere kıyısı boyunca da atlılar, arabalılar, yayalar gezinirlermiş... 18. ve 19. yüzyıl'da Göksu'yu imar faaliyetleri hız kazanmış. I. Mahmud döneminde Küçüksu Kasrı inşa edilmiş.  Küçüksu Camii II. Mahmud tarafından yeni baştan yaptırılmış. Abdülmecid döneminde, giderek yerleşimin artmasıyla oluşan kargaşanın giderilip asayişin sağlanması için bir karakol kurulmuş.

Leonardo De Mango - Göksu Çeşmesi

Görsel: burdan

19. yüzyıl sonlarında tuluat ve orta oyunu temsilleri yaygınlaşmaya başlamış. Bu temsiller daha çok Göksu'nun en gözde eğlence mekanı olan Baruthane çayırında sergilenirmiş. Çayırın kenarında geniş ve düzenli taş basamaklar yer alırmış. O zamanlar burası Saltanat kayıklarının rahatça yaklaşabileceği kadar elverişli bir limana sahipmiş.

Baruthane Çayırı'ndan sonra ise derenin sonu sayılan, “Dört Kardeşler” denen yere geçilir. Dört gövdeli haşmetli ve heybetli bir çınardan adını alan bu mevkide meşhur bir kır kahvesi varmış. Bu kahveden denize bakıldığında dere ortasındaki köprüye kadar olan sağ taraf Rumların yoğun olduğu bölümmüş. O yıllarda bu tepeler çam, çınar ve çitlenbik ağaçlarıyla süslüymüş. Öndeki çayırın arkasında bir kilise varmış. Her yıl eylül ayının ilk pazarı Rumların yortusu düzenlenirmiş. Bu güne özel bir de panayır kurulur...Bütün çayır kır kahveleriyle dolar, her yerde laternalar çalınıp, sirtaki oynanırmış. Eğlence ağaçlara asılan fenerlerin eşliğinde gece de devam edermiş...
“ Dört Kardeşler ” deki kahveden sonra dere içeriye sola doğru bir kıvrım oluşturacak şekilde akar, bu nokta Göksu'nun bitişi sayılırmış. İşte bundan sonra göz alabildiğine uzanan bostanlar  İstanbul'un bütün sebze ve meyve ihtiyacını karşılamaya yetermiş!. Şimdi ise buralar boz bulanık tozlu bir arsaya dönüşmüş. Göksu önce 1909 senesinde şiddetli yağmurdan sonra gelen sel yüzünden ihmale uğrar. Sonra bitmek tükenmek bilmeyen savaş yıllarıyla birlikte Göksu ve Küçüksu civarında yer alan yalılar, köşkler yıkılıp.. tahta köprüler yıkılıp yerine bugün ki beton köprüler yapılır...ve buraya ne yazık ki eski  rağbet azalır. Bütün bunlara rağmen bu iki dere arası mayıs ve eylül aylarında yapılan şenliklerin mekanı olmayı 1960'lara kadar sürdürebilmiş. Halk bu şenliklere katılmayı adet haline getirirmiş. Katılım öyle çok olurmuş ki, ihtiyacı karşılayabilmek için Şirket-i Hayriye ek vapur seferleri düzenlemek zorunda kalırmış. Bu güzelliğin bozuluşunda 1930'larda kurulup özellikle Rum nüfusun arsalarını alarak mekana iyice kök salan Halat ve Tuğla Kiremit Fabrikaları’nın rolü büyük imiş. I. Boğaz Köprüsü'nün ( Boğaziçi Köprüsü) ve ardından Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün yapımında kullanılan çelik ve beton tabliyeleri Göksu çayırında hazırlanmış, bu sebeple çayırdaki kavak ağaçlarının bir bölümü kesilmiş. Köprü inşaatlarının ardından kesilen ağaçların yerine yenileri dikilmemiş ve bozulan çayır yeniden çimlendirilmemiş. Bununla birlikte dere kenarına yapılan fabrikalar ve kamu binaları, çayırı bölecek biçimde ortasından geçirilen yol çayırın doğal güzelliğini bozmuş. Büyük bir ihtişamla arz-ı endam eden konak ve yalıların yıkılmasıyla birlikte tarihi çevre de tahrip edilmiş. Sandallar ise aşırı kirlenmeden ötürü artık kullanılamaz hale gelmiş. (*)
*********


Veee geliyoruz günümüze...

İstanbul’un sultanları, dillere destan hurileri, şu meşhur Göksu’da sandal sefası yapar da, Esin Hanım yapmaz mı ki!.. :)) Hem de şahsına münhasır Sandalcı, nam-ı diğer Cideli Mustafa abi rehberliğinde... saltanat kayığındaki koltuğa kuruluverir bir güzel :)



***

Cideli Mustafa Abi, hem kürek sallıyor hem de güzel yüreğince ve kendi dilinin döndüğünce en az 50 yıldır bildiği çevreyi anlatıyor bize.. 

Öğle sıcağının koynunda, kimi kayıklarını boyamakla, temizlemekle meşgul iken kimi de lak-lak edip, tembellik yaparken miskince... 

bizim Sandalcı Cideli Mustafa abimiz büyük bir sevgi ve ciddiyetle işine sarılmış, etrafından gelen şakayla karışık söylemlere, tebessümle bakarak, aldırış etmeden kürek sallamakta..
Bugün yeniden canlandırılmaya çalışılan Göksu Deresinin etrafında küçük küçük çay bahçeleri, restoran ve kafelerin önünden geçiyoruz. Bir yanımızda cıvıl cıvıl renkli sandallar, kotralar diğer yandan çay bahçelerinde her yaş grubundan insanlar...
'Fatmagül'ün suçu ne' dizi çekimlerinde film platosu olarak kullanılan Göksu'da..
muhteşem manzaralı Beykoz Göksu Marine Restaurant 'a ve
diğer işletmelere de ilgi oldukça büyük..

(Göksu'da ki iddialı yeme içme mekanları bkz.)  
*****
*****
Yalıların önünden geçiyoruz...
merdivenlerin hemen diğer yanında bir başka âlem var!

*****
Bakarken yalılara, hayal perdemiz aralanıyor eski çağlara...Bir de Tanburi Mustafa Çavuş'un 'Şehnâz Buselik Şarkısı' bütün gün boyunca dilime takılıp duruyor...
“Küçüksu’ daaaa gördüm seni iiii  / Gözlerinden bildim seni / İnkar etmem sevdim seni /
Ne kadar cefa edersen / Gönül ayrılmıyor sendennnnnn "


play tuşuna basınız

bu dizelerin ahengine sarılıp,  bugün artık o ihtişamlı halinden eser kalmasa da geçmiş rüzgârların esintileriyle avunup Göksu deresini hoş gördüm yine de!. şimdi uzaktan yakından alakası olmasa da, yalan değil ya Göksu'nun o gravürlerde saklı kalan dillere destan güzelliği!..
Evliya Çelebi bu mesire yerini  Seyahatnamesi' nde ballandıra ballandıra nasıl anlatmış: ‘Göksu hayat suyu bir nehirdir. Alem Dağı’ndan beri akar. İki tarafı uzun ağaçlarla süslenmiş bağlardır. Halıcızade bahçeleridir, un değirmenleridir. Bu nehrin üzerinde ağaç bir köprü vardır. Bütün aşıklar, kayıklar ile bu nehirden gezinti köylerine ve yeşilliklere varıp, her güzel ağacın gölgesinde zevk ü safa ederler. Bu yerde bir çeşit kırmızı toprak olur. Ustalar bundan çeşit çeşit çanak, çömlek ve testiler yaparlar...’ diye boşuna dememiş... 
sırası ile köprülerden geçiyoruz...
“İki çifte, üç çifte maun piyadeler renk renk sandallar ve bunların içinde yaş­maklı, feraceli hanımlar, kanaryalar, papatyalar, birbirinden şık, birbirinden süs­lü gençlikler, ihtiyar kurtlar, beyaz helâlî gömleklere, kar gibi beyaz çakşırlara bürünmüş kürekçiler...  Gözler ve gönüller çarpıntıda. 
O yaşmaklı, feraceli, çarşaflı, peçeli, yelpazeli, renk renk şemsiyeli hanımlar, hanımefendiler; al, mor fesli, çiçek gibi süslü beyler, efendiler de Göksu deresi­nin altın sularıyla beraber akıp gittiler.
Şimdi Küçüksu, gazinolarıyla, plâjlarıyla, kâğıt helvalarıyla, susamlarıyla, mevsiminde yer yer kaynayan mısır kazanlarıyla kucağını yeni nesillere açmıştır.“   (**)Sadri Sema (1880–1964) "Eski İstanbul Hatıraları - Göksu"
******
Ağaçlar yeşil, göl yeşil...her yer yemyeşil..
ama yeşillikler arasında kırmızılar, morlar da var.)
Sandal sefamızı keyifle sürdürürken kıyılarda ağaçlar ve dereye kadar uzanan dalların arasında bir ara gözümüze ilişiyor şu harika böğürtlenler!.
Onları sadece fotoğraf çekmekle kalmayıp, aynı zamanda Mustafa abi’ nin ikramına tabi tutularak, dallara rahatça uzanabilmemizi sağlayacak şekilde sandalımız böğürtlenlerin kıyısına kadar yanaşıyor veeee tadına bakıyoruz bir güzel.. Hizmette sınır yoktur ilkesini misafirperverlik anlayışı içinde hakkı ile veriyor Mustafa abimiz, gönülden severek, isteyerek...
Göksu'da sandal sefamız, böğürtlenli de bir başka hani.)
kırmızılar benim, morlar senin olsun be güzelim:))


'Fatmagülün suçu ne' dizi platosu sağ alttaki alan
*****

*****
Belediye sağ tarafta Park çalışmaları yapıyormuş..
Ve bugün 2013 yazının en sıcak günlerinde...Göksu’da sandal gezisine çıkmış;  gözünde güneş gözlüğü, başında şapkası,  elinde fotoğraf makinası ve kamerası ile öğrenmeye aç bir çocuğun heyecanı içinde... kâh merakla ve tutkuyla, kâh hüzünlenerek... çevresine sorgulayan gözlerle bakan...ama yine de yüzyıllara, onca örselenmelere inat, dimdik ayakta ve halâ  çok güzel olan İstanbul'u her hali ile sevmekten usanmayan bir kadın var şimdi..

Keyifli sandal gezisinin ardından, Sandalcı Cideli Mustafa abi’ye çektiğimiz fotoğraflardan göndereceğimizi söyleyerek...bu güzel gezi adına kendisine teşekkür edip yeniden görüşmek üzere diyerek ayrılıyoruz sandaldan...

Şimdi biraz da Anadolu Hisarı 'nın çevresini turlama zamanıdır...



Hisar kapalı olduğu için içeriye giriş yok. Biz de dışarıdan bakınmakla yetiniyoruz. Önünde bayanların el emeği göz nuru el sanatlarını  sergiledikleri bir stand görüyoruz. Şu zincirler geçmişe ait olmalı! kim bilir kaç yüzyıllık!..



Sur duvarındaki panoda; ' Anadolu Hisarı: İstanbul Boğazından geçiş yapan gemileri gözlemek amacıyla Yıldırım Bayezıd tarafından bir kule şeklinde (1394-95) yıllarında yaptırılmıştır. 1451-52 yıllarında Fatih Sultan Mehmet zamanında savunma ve taarruz amaçlı hale getirilmiştir.  ' yazılı... eğer ki bu zincirler o tarihten kalma ise siz düşünün artık kaç yıllık olduğunu..



*****

Göksu'da bu keyifli geziden sonra sıra artık gelsin şöyle tavşan kanı çay içmelere.)
Sağlı sollu Göksu ve Küçüksu derelerinin kıyısında yer alan çay bahçelerinden birinde oturup, çaylarımızı yudumlarken bu defa  farklı bir noktadan; Göksu’dan boğaza ve karşı kıyılara bakıp seyran ediyoruz şehri İstanbul’u...

Bir daha ki sefere, yolumuz nereye düşerse...
Ömür biter İstanbul bitmez ! ’

Esin Bozdemir

Yardımcı Kaynaklar:
(*) Anadoluhisarı ve Göksu, Küçüksu Rehberi   

13 yorum:

  1. Müzik, fotoğraf, yazı tam bir bütünlük. Teşekkürler.

    YanıtlaSil
  2. Göksu'da tarihe yolculuk postunu dün incelemiş, içinden çıkamayarak, dakikalarca eskiye bir yolculuk yapmıştım. Şimdi de aynı haleti ruhiye içinde iki müziği devamlı dinleyerek; kâh kafamda kırmızı bir fesle doğanın içinde, kâh Sandalcı Cideli Mustafa'nın donanmasında genç bir levanten olarak doyumsuz ve eşsiz denizlerin tarih sayfalarında tekrar dolaşıyorum...

    Bu güzel post için ne yorum yaparsam yapayım, biliyorum kelimelerim kifayetsiz kalacak ama sizin, bu zengin bilgi birikiminizin ve görsellerinizin kitaplaşmasını çok ister, dilerim!?

    İyi bir hafta dileklerimle esen kalın.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @Mehmet Osman Çağlar,

      Mazideki Göksu'yu, 'genç bir levanten' olarak çok hoş betimlemişsiniz.)

      Değerli düşünceleriniz, beğenileriniz ve kitap temennileriniz için çok teşekkür ederim Mehmet Bey.. Benzer temennilerle sıkça karşılaşıyorum. Şimdilerde olmasa da, bir gün hayata geçirmek istiyorum.. Daha pişmem lâzım:)

      Size de iyi haftalar, esenlikler dilerim..

      Sil
  3. Esin'ciğim gezdim yine fotoğraflarınla; bilmediğim gitmediğim İstanbul'un bu diyarlarına.Müzik de ne çok uyumlu ,daldım eskilere teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @Arzu Sarıyer,
      İstanbul keşfedilmeyi bekleyen ve her keşifte kendisine hayran bırakan bir şehir!. Ben teşekkür ederim Arzu Öğretmenim...Sevgiler...

      Sil
  4. @Sabahattin Gencal,

    Görüşlerimize duyduğunuz önem adına teşekkür ederim. Değerlendirilecektir.
    Damla'ya başarılarla dolu yayınlar dilerim..

    YanıtlaSil
  5. Yazdıklarını sunduklarını defalarca okudum ve fotoğraflarında seyreyledim alemi!! Bir tarih sunmuşsun gözlere Esin'im.. Her zaman söylediğim gibi sadece akıl değil zevk unsuru ile .. sadece o kadar da değil bilgi harmanlayarak.. tecrübeyi ilgi çekici kılarak bir anlatış bu.. Face de ayrı burada ayrı... beni doyuran bir sayfa bu.. TEŞEKKÜRLERİMLE..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @hasret senfonileri

      İstanbul göz bebeğimiz!.
      İstanbul'u layık olduğu bir şekilde yaşamak ve yaşatmak emek ve özen istediği kadar, her birimizin de sorumluluğunda olmalı. O'nu emanet ettiğimiz ehil eller! kadar, bizler de O'na her açıdan sahip çıkmalıyız. Çünkü, bu memleket dört-bir yanı ile hepimizin..

      Değerli düşünceleriniz için ben teşekkür ederim Gülsen Hoca'm..

      Sil
  6. İstanbul'a sadece birkaç kez gitmiş biri olarak bu güzel postların bana resmen ilaç gibi geliyor Esinciğim. Sayende oturduğum yerden zahmetsizce gezerek mest oluyorum.
    Fotoğrafların her biri birer harika. Tablo gibiler, bakmaya doyamadım. Tekrar tekrar yine yeniden başa döndürdün beni içten satırların ve seçtiğin güzel müzikler eşliğinde. Göksu'nun serinliğini ve kendimi Cideli Mustafa Abi'nin kayığında hissettirecek kadar. Ve ben, bu postu okuyan her kim olursa olsun aynı duygularla dolacağına eminim...

    Teşekkür ediyor, ellerine, emeğine sağlık diyorum her zamanki gibi...
    Sevgilerimle...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @Zeugma,

      Göksu tarih içinde iz bırakan bir semt olmuş...
      Teşekkür ederim beğenilerin, övgü dolu sözlerin için sevgili Zeugmacı'ğım..Bizler gerçekten memleketini çok seven 'vatanseverlik ruhunu içinde taşıyan' insanlarız. Her yeni keşifte beğeni ile gördüklerimiz ve iyi yürekli şehrini seven insanlar kadar bizi üzen görüntülerle de karşılaşıyoruz. Sanat ve estetiğe, tarihe, arkeolojiye, doğaya ve insana gerçek anlamda değer veriliş ile ancak bu şehir ve bu memleket hak ettiği yeri alacaktır. (Güzellikler kadar kusurlar da bizim ayıbımızdır!. Bu ayıpları düzeltmek hepimizin görevidir.)

      Ben teşekkür ederim..
      Sevgilerimle...

      Sil
  7. Ne güzel bir yermiş. 5 yıl İstanbul'da yaşadım hiç gitmedim. Tez zamanda gidilmeli.

    Teşekkürler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @Recep Hilmi Tufan,
      İstanbul'un nadidi semtlerindendir Küçüksu ve Göksu, tarihi çok eskilere dayanıyor. Hemen yanında da Anadolu Hisarı var. İstanbul'da gezilecek yerler programınıza mutlaka almalısınız..
      İyi Bayramlar..

      Sil